HÜRRİYET GÖSTERİ DERGİSİ

HÜRRİYET GÖSTERİ DERGİSİ

Türk edebiyatında, korku temasının yeterince işlendiğini düşünüyor musunuz? İşlenmediğini düşünüyorsanız bunun sebepleri nelerdir?

Türk edebiyatında, korku temasının yeterince işlendiğini düşünüyor musunuz? İşlenmediğini düşünüyorsanız bunun sebepleri nelerdir?

Korku temasının edebiyatımız içinde yeterince işlenmediğini ve bunun da nedenlerinin aslında derinlerde gizli olduğuna inanıyorum. Osmanlı döneminde edebiyat, saray işiyken, İngiltere’de William Shakespeare çoktan korku ve dehşetin bütün dallarına konmuş, geniş kitlelere ulaşarak dünya edebiyatının en ünlü ismi olup çıkıvermişti.

14. YY İngiltere’sinin başyapıtı kabul edilen Canterbury Öyküleri’nde ( Canterbury Tales ) korku her yerdedir. Kesik boğazlarıyla ilahi okuyanlar, düşlerinde geleceği görenler tüyler ürpertici olaylar iç içe geçmiştir.

Korku edebiyatı İngiltere’de doğmuştur demiyorum yukarıdaki birkaç örnekle aksine her ülkenin kendi mitolojik anlatılaryla bu edebiyat türüne katkıları söz konusudur. Bu destanların hemen hepsi korku ve dehşet unsurları içerir. Bin yıllık geçmişe sahip Beowulf destanı da İngiliz edebiyatında belki ilk kez dehşet panoraması çizmektedir. Tıpkı Türk masallarında devlerin ve cadıların çizdikleri gibi. Bu devler çoğunlukla büyük cüsseli olmasına karşın yıldırım hızıyla da ilerler. İnsan eti severler ve bu yüzden etrafta insan bulunup bulunmadığını kokulardan algılar.

Devler, arap bacılar, cadı karılar kuşkusuz kötülük yapmak için yaratılmışlardır. Başlıca silahları da büyüdür. “Mesafeler onlar için hiç bir şeydir. Bir yıllık yolu bile bir anda aşmaları an meselesidir” diye anlatır Naki Tezel Türk Masalları hakkında.

Ancak bir çok ülkenin edebiyatında korku uzun yıllardır önemli bir yer kaplarken, Güven Turan’ın ifade ettiği gibi, “Batılı anlamda kurmacayı deneyen yazarlardan başlayarak edebiyatımızın -gerçekleri saptayarak toplumu eğitmek- gibi edebiyat dışı bir misyon yüklenmelerinin payı büyüktür korku edebiyatının yeterince işlenmeyişinde.

Burada bir soru sormak gerekiyor. Yazarlarımız neden böyle bir eğitimi kendilerine görev edindiler?

İşte burada fikrimce, Magna Carta ile 1215-1225 yılları arasında insan olmanın ilk anayasası oluşturulurken 20 YY’da ülkemizde gerçekten de topluma insan olma konusunu öğretme işini birilerinin üstlenmesi gerekiyordu.

Genel olarak eğitimsizliğimizi bir kenara bırakırsak, eğitilmiş olanlarımızın üzerinde de rasyonelizm ve realizmin etkileri öyle ağırdır ki hayal gücümüzü açmaya hiç bir anahtar yetmez.

Her bilmediğiniz olayın (sonucun) mutlaka bildiğiniz (öğretilmiş sağduyuya dayanan) mantıksal bir nedeni olması gerektiğini düşünürseniz, bir takım görüntüler gördüğünü söyleyen hastasına doğrudan şizofreni tanısı koyan psikiyatrı da mutlaka haklı görürsünüz. Parapsikoloji ve duyu dışı algılamalar hesaba katılmazsa, o zaman insanların korkmasına da neden kalmaz. Böyle bir korku temasının kitaplarda işlenmesine de… Sizce de öyle değil mi?

Evinizin içindeki koridorda, karanlık basınca sizinle beraber yürüyen varlığın ölen birinin ruhunun yansıması olduğunu kabul etmektense şizofreni hastası olduğunu düşünmek belki her iki taraf için de daha akılcı bir çözümdür.

Güven Turan, “...Edebiyatımızda tür olarak korkunun bulunmayışı, korkusuzluğumuzdan kaynaklanmamaktadır...” der ama korkusuzluk, cehaletten gelir diyerek kendisine itiraz ederek, eğitim tam anlamıyla bir devlet işi olmasına rağmen, toplumu eğitmeye çalışan yazarların yanında yer almak istiyorum. Edebiyat sevmeyen bir kuşak varsa eğitim başarılı olmamış demektir. O halde önce eğiteceksiniz, sonra edebiyatı sevdireceksiniz ki daha sonra edebiyatta çeşitliliğe gideceksiniz.

Edebiyat alanında bu cendere 1950’lerin genç yazarlarınca kırılmaya başlanmıştır. Zamanımızda korku temasını içeren örnekler daha da artmıştır ama hala trafikte kendisine yol vermedi diye silahını çekip vuran adamların ülkesinde bu işin (edebiyatın) önünde daha uzun yollar, aşılması gereken çok yüksek tepeler var. Tıpkı bilim kurgu edebiyatının nerdeyse hiç olmayışı gibi…

Magna Carta ile toplumsal düzeyde gelişim adına atılmış en büyük adımın İngiltere’den çıkması, ardından ünlü yazarlarının ortaya son derece etkileyici eserler çıkarması, ya Anglo Sakson ırkının korku ve dehşeti sevme özelliğinden ya da toplumsal bilinç, eğitim ve refah gibi ince detaylara karşı gösterdikleri hassasiyetten kaynaklanmaktadır.

Sir Horace Walpole’un gotik korku edebiyatına ilişkin en önemli eseri Otranto Şatosu ( The Castle of Otranto ) 1765 te yayınlanırken biz daha hala yolun başındayız. Üstelik o yolda ilerlerken üreteceklerimizin, üretilenlerin tekrarı olması riskini de göz ardı etmemek gerekiyor.

Korku temasının halk kültüründe doğaüstü unsurlarla (cinler, periler, vs.) kullanıldığını biliyoruz. Sizce günümüzde bu kaynaktan yeterince yararlanılıyor mu?

Kaynak, oldukça eski olmasına karşılık kurmacalarımzda yeni yeni kullanılmaya başlandı. Sinema ile edebiyat bu konuda iç içe geçmiştir batıda ve ülkemizde de böyle olacak gibi görünüyor. Ancak yine de hala yukarıda saydığımız akılcılık ve gerçekçilik etkilerinin korku temasının işlenmesinde hala en büyük engel olarak görebiliyoruz.

Hayatımızı somut verilerle yönetmekteyiz ama aslında duyu dışı algılamaları güçlü olan insanlar için - her ne kadar böyle insanlar olduğuna inanmak istemesek de- durum daha farklı. Onlar bizden farklı şeyler görebiliyorlar. Hayaletler, cinler, büyüler, psişik yetenekler ve hatta kuantum dünyası öylesine garip bir dünya var ki bizi sarmalayan.

Öncelikle, böyle bir kaynağın kullanılabilmesi için kaynağın ve farklı bir dünyanın varlığı yazar tarafından kabul görmeli. Tabi ki hayal gücü ne kadar açıksa bu kaynaklardan o kadar fazla yararlanılabilinir.

Sizi korku temasına yönelten sebepler nelerdir?

Belki şaşırtmayı ve tabi aynı zamanda korkutmayı sevdiğim için bu türe yöneldim. Benim gözümde işlenmemiş bir bahçe olarak görünür insan beyni. Neredeyse sonsuz büyüklükte bir bahçe. Böyle olunca okunan her kitap, izlenilen her film o bahçe içinde küçük küçük parseller oluverir. Bir bahçıvan olarak görevim o bahçeyi ekip biçmek, şekillendirmek, oralarda izler bırakmaktır. Kitabın son yaprağı da çevrildiği zaman okuyucu hala o bahçedeyse, orada bir şeyler arıyor ya da şaşkınlıktan dışarı çıkamıyorsa ben işimi iyi yapmışım demektir. Bu büyük bir keyiftir. Çünkü içine girdiğim dünyaya bir başkasını da çekmişimdir.

Bir korku metninin etkileyici olması için sizce hangi özellikleri taşıması gerekir?

Hayal gücünü zorlayan her şey, hayaletler, canavarlar, vampirler, devler, cadılar, gizemcilik, gotik unsurlar, akıl hastaneleri, kabuslar, farklı yaşam boyutları, karanlık, kan, büyü ve hatta bazen salt gerçeklik bile (Franz Kafka’da olduğu gibi) dehşet verici olaylarla birlikte iyi bir kurmaca içinde çarpıcı bir örnek olabilir. Hatta her köşe başından karşımıza dehşet verici bir öykü çıkabilir. Bu biraz yazarın ne göstermek istediği ile ilintilidir. Poe’dan Hitchkok’a, Walpole’!dan King’e, Koontz’a kadar uzanan geniş yelpazaede korkunun bütün ustaları karşımıza hem etkileyici hem farklı özellikleri olan çok değişik örneklerle çıkmışlardır. Bu örnekler kimi zaman bir birlerini tekrarlamış kimi zaman içine değişik başka unsurlar eklemeyi de başarmışlardır.

Biz toplum olarak nelerden korkuyoruz? Siz, bir yazar olarak bu korkulardan nasıl besleniyorsunuz?

Korku kaybedecek şeyi olanların duyumsadığı bir duygudur. Canından başka kaybedecek şeyi olmayanların duyabileceği korku muhtemelen sadece ölüm korkusudur ki çoğu zaman o bile unutulur, göz ardı edilir bizim toplumumuzda. Cehalet insan hayatının değerini düşürür ve bundan dolayı bizde insanın değeri çok ucuzdur ve aynı nedenle bırakın kitapların içinde gerçek hayatın içinde bile korkutamazsınız bir kesimi.

Önceleri tanrının takdiri dediğimiz depremlerden korkmayı öğrendik. 17 Ağustos 1999 depremi bize her gece tetikte uyumayı hatta uyumamayı öğretti. Tabi ki yıkılan duvarlar arasında ezilerek ölme korkusunu, yakınlarını sevdiklerini bir anda kaybetme korkusunu, kapalı yer korkusunu da öğretti. Deprem, toplum olarak en büyük korkumuz oldu ama değişen toplum yapımız başka toplumsal korkular salmaya devam ediyor içimize. Kapkaç korkusu yerleşti genç kızlarımıza, kadınlarımıza. Çantalarının peşinde sürüklenerek can verenleri duydukça çanta taşımaktan da korkar olduk.

Karanlık bir gecede peşinden gelen ayak seslerinden korkmayan, korkmasa bile en azından o ayak seslerinin sahibini görmek için şöyle bir geri dönüp bakmayanımız var mıdır acaba?

Tinerci tabir edilen bağımlı gençlerin yarattığı dehşet dolu saldırılara ne demeli?

Onların parklarda, sokak kaldırımlarında yarattığı korkuyu, trafikte en az onlar kadar katil ruhuyla dolaşarak içimize salan, artık iyice etkisini yitirmiş trafik canavarı etiketli vahşilerden korkmayan var mı?

Aslında bu korkularımız derinlerde hep vardı ancak bunların kader olamayacağını hep bir takım sorunlardan kaynaklandığını öğrendikçe daha belirgin bir şekilde yüzeye çıkmaya başladı. Sorumlulara, itiraz eder olduk trafik kazalarında, tinerci ve kapkaçcı cinayetinde ölenler adına ama bir yanımız hep korktu caddede karşıdan karşıya geçen yakınlarımız için.

Artık korkularımız için daha sık gitmeye başlasak bile doktorlara, hiç bir zaman bitmeyecek.

Yazar olarak bu korkuları fantastik unsurlarla süsleyerek beslemek düşüncesinde olsam bile korku, keşke sadece kitap ve filmlerde kalsa …

Korku teması, yalnızca popüler kültürün bir malzemesi olarak mı görülmeli?

Popüler kültür malzemesi olarak bakılabilir mi gerçekten? 1200’lü yıllardan 2000 li yıllara, hala William Shakespeare’in korku ve dehşet içeren oyunları okullarda eğitim malzemesi olarak kullanılıyor, hala oyunları sahneleniyorsa korku temasını popüler kültür malzemesi olarak görmemek gerekiyor artık. Marry Shelly’nin Dr. Frenkeinstein’ı başka bir örnek olarak verilebilr. Kaç versiyonu vardır beyaz perdede diye düşünürsek popülerliğini kaybetmediğini aksine klasikleştiğini de görebiliriz. HG Welles’in Dünyalar Savaşı, Operadaki Hayalet gibi eserlere hiç kuşkusuz başkaları da eklenebilir ve bu bir anda sonu gelmez bir listeye döner.

Aslında korku ve dehşet insan hayatının bir parçasıdır. İnsan duygularının arasında korku ve heyecan var olmaya devam ettikçe, korku teması kültürlerimizde yerini bulmaya devam edecektir.

Kaynakça : Dehşetin Kapıları (Giovanni Scognamillo) Mitos Yayınları 1994

Levent ASLAN

Levent ASLAN

Yazar

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

YENİ TÜRKİYE GAZETESİ RÖPORTAJ BASILI MEDYA

YENİ TÜRKİYE GAZETESİ RÖPORTAJ

GAZETE KUZEYİN SESİ BEDENSİZLER BASILI MEDYA

GAZETE KUZEYİN SESİ BEDENSİZLER

EDİTOR GÖRÜŞÜ BASILI MEDYA

EDİTOR GÖRÜŞÜ

MAX RÖPORTAJ BASILI MEDYA

MAX RÖPORTAJ

Yorum Yap